In the early hours of June 22, 2025, the United States crossed a historic threshold: it bombed Iranian nuclear facilities, officially joining a war that had, until then, simmered as an Israeli-led campaign. This intervention is no longer a speculative escalation—it is a rupture in global diplomacy, a gamble with unpredictable consequences, and potentially the first spark of a regional war that could engulf much of the Middle East.
The targets—Fordow, Natanz, and Isfahan—are not arbitrary. These sites are central to Iran’s nuclear program and have long been the subject of international scrutiny and covert sabotage. Yet, until now, even at the height of past tensions, Washington had refrained from directly bombing Iranian territory. That caution has vanished. Reports suggest B-2 stealth bombers dropped precision ordnance, following up on Israel’s initial wave of strikes over the past two weeks. President Trump, whose aggressive rhetoric had so far been seen as bluster, declared the mission a "resounding success."
But "success" in what sense? Tactically, perhaps the sites were damaged. Strategically, however, the calculus becomes far more dangerous. Iran’s nuclear program is dispersed, resilient, and partly buried deep underground. Previous Israeli and U.S. wargames suggest airstrikes may only delay enrichment, not eliminate it. Moreover, the use of military force in the absence of clear diplomatic preconditions will likely harden Tehran’s resolve, not erode it.
The timing is just as alarming as the act itself. This strike comes mere days after Iran signaled it would no longer engage in nuclear negotiations. It also comes in the thick of a U.S. election campaign, where President Trump has faced mounting criticism for being passive in foreign policy, beholden to Netanyahu’s increasingly maximalist war aims, and isolated diplomatically.
One must also consider the broader architecture of conflict that this unleashes. Iranian-backed militias in Iraq and Syria have already pledged retaliation. Houthi drones and missiles will likely resume their barrages on Gulf infrastructure. Hezbollah, though largely dormant since April, could be reactivated. Crucially, American forces across the region—from the Fifth Fleet in Bahrain to bases in Erbil—are now targets. The prospect of American casualties and an uncontrollable cycle of reprisal looms large.
The logic of deterrence that underpinned Cold War-era confrontations does not cleanly apply here. Iran is not the Soviet Union; its leadership is not always predictable, and its proxies do not operate under tight state control. Tehran’s response may come asymmetrically—in cyberspace, in shipping lanes, through economic sabotage, or mass mobilization of Shiite networks from Lebanon to Yemen. The U.S. cannot claim strategic surprise if the Strait of Hormuz is shut, global oil prices spike, or U.S. consulates are attacked. These are not possibilities—they are scenarios being openly discussed in Iranian state media.
Moreover, the U.S. strike risks reinforcing the very narrative the Iranian regime has long used to justify its own repressions: that it is under siege by imperial powers, and that only through military strength and nuclear deterrence can its sovereignty be preserved. For Iranian reformists, many of whom are in prison or exile, this is a death knell. The window for internal democratic change shrinks as external threats mount.
Beyond its geopolitical consequences, the bombing campaign may also have significant domestic ramifications for the U.S. administration. It offers a powerful distraction from mounting political and legal pressures, while providing a pretext to intensify the repressive measures that have been steadily expanding over the past five months. Under the guise of national security and wartime unity, the White House may feel emboldened to crack down on dissent, silence investigative journalism, sideline oversight institutions, and justify the exercise of sweeping executive powers. In such a climate, opposition voices may be branded as unpatriotic, civil liberties curtailed, and accountability postponed indefinitely. What begins as foreign intervention may quickly metastasize into domestic authoritarian drift.
This war, then, is not just about uranium enrichment. It is about the collapse of the post–Iraq War consensus, the end of restraint, and the growing belief among leaders—from Washington to Jerusalem to Tehran—that force, not negotiation, is the language of power. It is a tragic repetition of history, wearing the clothes of righteous urgency.
Given the breathtaking incompetence the Trump administration has exhibited to date—bungled evacuations, intelligence leaks, contradictory briefings, and a revolving door of sycophants and scapegoats—it’s not just likely, but almost inevitable, that they will botch this war too. This is a government that governs by grievance, improvises strategy on cable news, and treats military escalation like a reality show ratings boost. Coordination is a fantasy; impulse rules. Maybe the only stroke of luck is that they're keeping Pete Hegseth—Fox News’ mascot for militarized mediocrity—away from the situation room. But even without him, the inner circle is still packed with ideologues, conspiracy theorists, and amateurs who couldn’t organize a sandwich, let alone a sustained military campaign. In this administration, war isn’t the continuation of politics by other means—it’s the continuation of chaos by louder ones.
We must be clear-eyed: this is not a one-night operation. It is a campaign. And once such a campaign begins, it tends to gain its own momentum—politically, militarily, emotionally. The U.S. has now become entangled in a conflict that could outlast presidencies and redraw alliances. Whether this proves to be a decisive blow or a catastrophic misstep will depend on what happens next: not just in Tehran, but in Washington, Baghdad, Riyadh, Tel Aviv, and beyond.
In war, the first casualty is not truth—it is foresight. And America, once again, may be walking blind into a fire it helped ignite.
Fitil Ateşlendi
22 Haziran 2025’in erken saatlerinde Amerika Birleşik Devletleri tarihi bir eşiği geçti: İran’daki nükleer tesisleri bombalayarak, bugüne kadar İsrail’in öncülüğünde yürütülen savaşa resmen katıldı. Bu müdahale artık varsayımsal bir tırmanış değil—küresel diplomaside bir kopuş, öngörülemez sonuçları olan tehlikeli bir kumar ve Orta Doğu’nun büyük bölümünü ateşe atabilecek bölgesel bir savaşın ilk kıvılcımıdır.
Hedef alınan noktalar—Fordow, Natanz ve İsfahan—rastgele seçilmemiştir. Bu tesisler İran’ın nükleer programının merkezinde yer almakta ve uzun süredir uluslararası denetimlerin ve örtülü sabotajların odağında bulunmaktadır. Ancak bugüne kadar, geçmişteki gerginliklerin zirveye ulaştığı dönemlerde bile Washington doğrudan İran topraklarını bombalamaktan kaçınmıştı. Bu ihtiyat artık ortadan kalktı. Raporlara göre, B-2 hayalet bombardıman uçakları, İsrail’in iki haftadır sürdürdüğü hava saldırılarının devamı olarak bu hedeflere hassas mühimmat bıraktı. Şimdiye kadar saldırgan söylemleri abartılı bulunan Başkan Trump, operasyonu “ezici bir başarı” olarak ilan etti.
Ama neye göre başarı? Taktik açıdan bakıldığında tesislerde hasar oluşmuş olabilir. Ancak stratejik düzeyde durum çok daha tehlikeli bir hâl alıyor. İran’ın nükleer altyapısı dağınık, dayanıklı ve büyük oranda yeraltına inşa edilmiştir. Daha önce yapılan İsrail ve ABD savaş oyunları, hava saldırılarının uranyum zenginleştirme sürecini ancak geciktirebileceğini, yok edemeyeceğini göstermiştir. Ayrıca diplomatik bir önkoşul olmaksızın askeri güç kullanılması, Tahran’ın kararlılığını kırmak yerine pekiştirecektir.
Zamanlama da saldırının kendisi kadar endişe verici. Bu saldırı, İran’ın artık nükleer müzakerelere katılmayacağını ilan etmesinden sadece birkaç gün sonra gerçekleşti. Aynı zamanda, Trump’ın dış politikadaki pasifliği, Netanyahu’nun saldırgan savaş hedeflerine boyun eğmesi ve diplomatik yalnızlığı nedeniyle yoğun eleştiri aldığı bir ABD seçim kampanyasının ortasında geldi.
Bu durumun tetiklediği daha geniş çaplı çatışma mimarisine de dikkat etmek gerekir. Irak ve Suriye’deki İran destekli milisler çoktan misilleme tehdidinde bulundu. Husi dronları ve füzeleri büyük olasılıkla Körfez altyapısını tekrar hedef alacak. Nisan ayından beri sessiz olan Hizbullah da yeniden harekete geçebilir. Ve en önemlisi, Bahreyn’deki Beşinci Filo’dan Erbil’deki Amerikan üslerine kadar tüm bölgedeki ABD güçleri artık hedefte. Amerikan kayıpları ve kontrolsüz bir misilleme sarmalı ihtimali her zamankinden daha yüksek.
Soğuk Savaş döneminin caydırıcılık mantığı burada işlemiyor. İran ne Sovyetler Birliği’dir, ne de liderliği öngörülebilir ya da vekil güçleri tam anlamıyla kontrol altındadır. Tahran’ın yanıtı simetrik olmayabilir—siber alanda, deniz yollarında, ekonomik sabotajlarla ya da Lübnan’dan Yemen’e kadar Şii ağların kitlesel seferberliğiyle gelebilir. Eğer Hürmüz Boğazı kapatılırsa, küresel petrol fiyatları fırlarsa, ABD konsoloslukları hedef alınırsa Washington “stratejik şaşkınlık” iddiasında bulunamaz. Çünkü bunlar artık sadece olasılık değil, İran devlet medyasında açıkça konuşulan senaryolardır.
Ayrıca, bu saldırı İran rejiminin uzun süredir kendi baskı politikalarını meşrulaştırmak için kullandığı anlatıyı da güçlendirme riski taşıyor: emperyal güçler tarafından kuşatılmış bir ülke ve bu kuşatmaya ancak askeri güç ve nükleer caydırıcılıkla karşı konulabileceği inancı. Reformistler için—ki birçoğu hâlâ hapiste ya da sürgünde—bu bir ölüm fermanıdır. İçeriden demokratik değişim için var olan daracık pencere, dış tehditlerle iyice kapanmaktadır.
Jeopolitik sonuçlarının ötesinde, bu bombardıman kampanyası ABD yönetimi açısından ciddi iç politik sonuçlar da doğurabilir. Artan siyasi ve hukuki baskılar karşısında güçlü bir dikkat saptırma işlevi görebilir; aynı zamanda son beş aydır sistemli biçimde genişletilen baskı önlemlerini yoğunlaştırmak için bir bahane sunar. Ulusal güvenlik ve savaş zamanı birliği kisvesi altında, Beyaz Saray muhalefeti bastırma, araştırmacı gazeteciliği susturma, denetim kurumlarını baypas etme ve geniş yürütme yetkilerini meşrulaştırma konusunda cesaret bulabilir. Böyle bir ortamda muhalif sesler gayri-millî ilan edilir, temel özgürlükler kısıtlanır ve hesap verebilirlik süresiz ertelenebilir. Dış müdahale olarak başlayan bir süreç, hızla iç otoriter kaymaya dönüşebilir.
Bu savaş, sadece uranyum zenginleştirme meselesi değildir. Bu savaş, Irak Savaşı sonrası oluşan temkinli diplomasi konsensüsünün çöküşüdür; itidalin sona ermesidir; Washington’dan Kudüs’e, Tahran’a kadar liderlerin artık gücü—müzakereyi değil—öncelikli siyasi araç olarak görmesidir. Bu, tarihin ahlaki aciliyet kisvesiyle tekrar eden trajedisidir.
Trump yönetiminin bugüne kadar sergilediği şaşırtıcı derecede büyük beceriksizlik—tahliye faciaları, istihbarat sızıntıları, çelişkili basın açıklamaları ve dalkavuklarla dolu bir kadro—göz önüne alındığında, bu savaşı da yüzlerine gözlerine bulaştırmaları sadece muhtemel değil, neredeyse kaçınılmazdır. Bu, stratejiyi televizyon ekranlarında doğaçlama yazan, savaşı reyting artırıcı şov olarak gören bir hükümettir. Koordinasyon bir hayal, dürtüsellik ise norm haline gelmiştir. Belki de tek iyi haber, Fox News’in askerî vasatlığın maskotu Pete Hegseth’in durum odasından uzak tutulmasıdır. Ama o olmasa da, yönetimin çekirdek kadrosu hâlâ ideologlar, komplo teorisyenleri ve bir sandviç bile organize edemeyecek amatörlerle doludur. Bu yönetimde savaş, siyasetin başka araçlarla devamı değil; kaosun daha yüksek sesle devamıdır.
Gerçekçi olmalıyız: bu bir gecelik operasyon değil, bir kampanyadır. Ve böyle bir kampanya başladığında, siyasi, askerî ve duygusal anlamda kendi ivmesini yaratır. ABD artık, başkanlık dönemlerini aşabilecek, ittifakları yeniden şekillendirebilecek bir çatışmanın içine çekilmiştir. Bunun belirleyici bir darbe mi yoksa tarihî bir felaket mi olacağı, sadece Tahran’daki değil, Washington, Bağdat, Riyad, Tel Aviv ve ötesindeki gelişmelere bağlıdır.
Savaşta ilk kurban hakikat değildir—öngörüdür. Ve Amerika bir kez daha, kendi tutuşturduğu bir ateşin içine gözleri bağlı yürümekte olabilir.
It's still June 21 in Washington, DC - a historic anniversary, which, of course, Donald Trump does not know and many Americans don't remember. On June 21, 1941 Hitler's forces invaded the Soviet Union in Operation Barbarossa, a giant and suicidal mistake. It would end only when the Soviet forces had destroyed German war-making capability and taken Berlin, days after Hitler shot himself in his bunker as the artillery shells were landing all around.
The US under Donald Trump has taken a crucial step now in its long series of wars in the Middle East, starting with Harry Truman's decision to recognize the state of Israel in 1948 against the advice of his Secretary of State, George Marshall, supported by all the diplomats of the Department of State. Since then US support was critical in the Six Day War, and all the wars of Israel which have followed. The US was bloodied in some conflicts, as in Lebanon. It interfered in 1953 to overthrow Iran's democratically elected government in a coup and put back the Shah, who in turn was forced to flee in 1979 by the Islamic Revolution.
What will the Iranian regime do now as it may realize that it has no choice left but to go down fighting? It has enriched uranium to over 60%. That's enough for a dirty bomb which can be delivered by truck, placed in a container at a port, or dropped from a plane. It also has a huge stock of short- and medium-range missiles which it hasn't used so far against Israel.
https://substack.com/@reeceashdown/note/c-128636452?r=5qrbeg&utm_medium=ios&utm_source=notes-share-action