Gınağ geldi! - Enough Already!
13 yıl boyunca Cumhuriyet Halk Partisi'ni seçimden seçime yenilgiye sürükleyen Kemal Kılıçdaroğlu, sonunda 2023 Kasım’ındaki kurultayda partisinin delegeleri tarafından tasfiye edildi. Seçim yenilgilerinin, tutarsız ittifak stratejilerinin ve söylem zafiyetlerinin biriktiği bu dönemin sonunda, CHP ilk kez önemli bir liderlik değişimini demokratik yollarla gerçekleştirdi. Yeni genel başkan Özgür Özel’in liderliğiyle, partide taze bir soluk ve tabana doğru açılma umudu belirdi. Ancak bu değişim siyasetinin bir "veda" ile son bulması gereken Kılıçdaroğlu, sahneden inmedi. Aksine, yargı yoluyla partiyi yeniden ele geçirme hesapları yapmaya başladı.
24 Mart 2025'te, yanar döner Lütfü Savaş ve bazı delegelerin başvurusuyla Ankara 42. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde CHP'nin 38. Olağan Kurultayı'nın iptali talebiyle açılan dava, 30 Haziran'da ilk duruşmasını yapacak. Davanın gerekçesi, “oy karşılığında para, ev, telefon verildiği” iddialarına dayanıyor. Hukuken çürük, siyaseten istismar edilebilir nitelikte olan bu dava, Kılıçdaroğlu için tek umut kapısına dönüşmüş durumda. Yönetim değişimini hazmedemeyen bir liderin, mahkeme yoluyla siyasete dönme çabası, sadece CHP'nin iç barışını tehdit etmekle kalmıyor; aynı zamanda muhalefet kavramının içini de boşaltıyor.
Bu davranışın bir boyutu da, Kılıçdaroğlu’nun uzun yıllar süren bürokratlık geçmişinden kurtulamamış olmasıdır. Hâlâ siyaseti, bir kamu yönetimi protokolü gibi algılayan; devlet memuriyetinden gelen "makama saygı" içgüdüsünü siyasal eleştiriden üstün tutan bir zihniyetle hareket etmektedir. Adalet Yürüyüşü gibi tarihsel bir eylemi organize etmiş bir liderin, bugün “mahkeme kararına saygı duymak zorundayım” demesi, hem kendi tutarlılığını sorgulatmakta, hem de Türkiye’nin hukuk devleti niteliğini kaybetmiş olması gerçeğini inkâr etmektedir. Yargının siyasallaştığını defalarca dile getirmiş bir ismin, bugün mahkeme kararlarına siyasal anlamda ısmarlama bir saygı sunması, halkın adalet duygusuyla da çelişmekte, kendi liderliğine duyulan saygıyı da zedelemektedir. Kendi makamına saygı göstermeyen bir anlayışın, halktan da saygı beklemesi zordur.
CHP içinde Kemal Kılıçdaroğlu’nu hâlâ destekleyen az sayıdaki milletvekili –ki sayıları sekizi geçmiyor– bu desteği ideolojik sadakatten ya da siyasi ilkelerden değil, kaybettikleri konfor alanlarını yeniden kazanma umudundan veriyor. Özgür Özel yönetiminde aktif görev alamamış, Meclis grup yönetiminden dışlanmış veya yerel dengelerde etkisizleşmiş bu vekiller, Kılıçdaroğlu’nun olası dönüşüyle eski koltuklarına geri dönme fırsatı doğabileceğini hesaplarken, bu desteklerini “ilke” ambalajına sarıyorlar. Bu durum CHP’de hâlâ "makamla hizalanan sadakat" anlayışının ne kadar canlı olduğunu gösteriyor. Parti içi eleştirilerin çoğu, Özel’in politikalarından değil, yeni yönetimin kendilerine yer açmamasından kaynaklanıyor. Böylece kişisel hırslar, bir davaya sadakatin değil, koltuğun gölgesinde beliriyor. Bu, sadece muhalefeti değil, siyasetin ahlakını da zehirleyen bir davranış kalıbıdır.
Bu noktada, partideki kronik koltuk siyasetinin simge isimlerinden biri de Faik Öztrak’tır. 2007 yılından bu yana 6 dönemdir aralıksız milletvekilliği yapan Öztrak, yıllarca CHP'nin ekonomi politikalarından sorumlu genel başkan yardımcısı olarak ve parti sözcüsü sıfatıyla kamuoyunun karşısına çıktı. AKP ekonomiyi iflasa sürüklerken, Faik Öztrak'ın teknokratik, etkisiz, heyecansız ve toplumsal rezonans yaratmayan çıkışları partinin ekonomi anlatısının sesi oldu. Ne bir alternatif ekonomik program, ne bir çıkış stratejisi üretebildi. Buna rağmen halen aktif ve belirleyici pozisyonlarda kalması, CHP'nin kadro yenilemesi sorununun çarpıcı bir göstergesidir. Öztrak gibi isimler siyaseti bir toplumsal değişim aracı olarak değil, bir mevzi muhafaza alanı olarak görmekte; bu da halkın değil, statünün temsilidir.
Burada dikkat çeken şey sadece Kılıçdaroğlu’nun bu manevrası değil; Cumhur İttifakı medyasının ve sosyal medya trol ağlarının, bu hamleyi bir "adalet savaşı" gibi yüzeysel bir dille alkışlamasıdır. Yıllarca Kılıçdaroğlu’nu yerden yere vuran yandaş gazeteler, birdenbire kendisini "ilke sahibi, bilge, adaletli lider" olarak sunmaya başladı. Bu tersine propaganda, tesadüf değil; stratejik bir tercihtir. Zira Kılıçdaroğlu’nun geri dönüşü, iktidar için bulunmaz nimettir. 13 yıllık liderliği boyunca her kritik seçimi kaybetmiş, toplumsal muhalefeti yönetememiş, siyaseti teknokratik bir soyutlukta boğmuş bir liderin tekrar işbaşına gelmesi, AKP iktidarı için muhalefetin kendi kendini sabote etmesi anlamına gelir.
Erdoğan, başlattığı bu operasyonun CHP'yi bugün içine düştüğü duruma getirmesinden son derece memnun olmalı ve olan biteni zevkle izliyor olmalıdır. Tüm trol ağları ve küçük ortağı MHP de, tam bir orkestra düzeni içinde bu operasyona destek vererek, Kılıçdaroğlu'nun yeniden parlatılmasında aktif rol almaktadır. Bu durum, iktidarın sadece muhalefeti zayıflatmakla kalmayıp, kimin muhalif olacağına da karar verdiği bir siyasal rejim pratiğinin kanıtıdır.
Bu arada gözden kaçan asıl mesele, yani halkın günlük yaşamını parçalayan ekonomik ve sosyal kriz, neredeyse tamamen gündem dışına itilmiş durumda. Enflasyon, işsizlik, barınma krizi, borçluluk, sağlık ve eğitimde erozyon gibi yakıcı sorunlar, ekranlarda yer bulamıyor. Onun yerine tartışılan tek şey: "Kılıçdaroğlu dönerse ne olur?"
Bu, sadece bir dikkat dağıtma operasyonu değil, aynı zamanda bilinçli bir toplumsal afazi yaratma stratejisidir. Gündemi kontrol eden iktidar, sadece neyin konuşulacağına değil, kimin muhalefet sayılacağına da karar veriyor. Kılıçdaroğlu’na yönelik bu yeni medya övgüsü, aslında bir lütuf değil, kontrollü muhalefeti makbul sayan otoriter aklın yeni aracıdır.
CHP, bu dava üzerinden kendi enerjisini içe doğru tüketirken; toplum da, yönetilmesi gereken krizi izlemek yerine, bitmeyen bir parti hesaplaşmasına seyirci kalmaktadır. Bu tablo, yalnızca bir partinin krizi değil; muhalefetin topyekûn değer kaybıdır. Kılıçdaroğlu’nun bu davayla siyasete yeniden dönme arzusu, bir veda değil, bir tükenmemiş iktidar şehvetinin son aşamasıdır.
Eğer bu yargı süreci iktidarın istediği gibi uzatılırsa, hem CHP içindeki gerilimler derinleşecek, hem de kamuoyu asıl sorunlardan uzak tutulmaya devam edecektir. Siyaseti yeniden halkın sorunlarına döndürebilmek için, bu hesaplaşmanın gerisindeki niyetleri ifşa etmek, yalnızca bir sorumluluk değil; bir zorunluluktur.
Bu curcunanın Erdoğan’ın istediği gibi devam etmesi, CHP’yi yıpratmaya devam edecektir. Parti içindeki bu yapay krizin uzaması, sadece muhalefetin kendi kendini yemesiyle sonuçlanır. Bu nedenle Özgür Özel yönetiminin bir an önce Kılıçdaroğlu ve onunla birlikte hareket eden kadroları ihraç ederek bu konuyu kapatması ve gerçek gündeme dönmesi gerekmektedir. İhraç edilenler de, emekli kahvelerinde tavla oynamak istemezlerse, İ. Melih’in dinozor parkına gidip orada oynaşabilirler.
Aksi takdirde parti, topluma umut verecek bir siyasi odak olmaktan çıkacaktır.
Enough Already!
For 13 years, Kemal Kılıçdaroğlu dragged the Republican People’s Party (CHP) from one electoral defeat to another. Eventually, in the party congress of November 2023, he was ousted by the party delegates. After a long period marked by repeated election failures, incoherent alliances, and rhetorical weakness, CHP finally executed a significant leadership change through democratic means. With Özgür Özel as the new chair, a fresh energy and hope for broader grassroots engagement emerged. However, instead of exiting gracefully, as expected in a transition of leadership, Kılıçdaroğlu refused to leave the stage. On the contrary, he began plotting to regain control of the party—this time, through the judiciary.
On March 24, 2025, a lawsuit was filed in Ankara’s 42nd Civil Court of First Instance by the flip-flopping Lütfü Savaş and several delegates, demanding the annulment of CHP’s 38th Ordinary Congress. The case, set for its first hearing on June 30, hinges on allegations that delegates were offered cash, housing, or phones in exchange for votes. Legally flimsy and politically opportunistic, this case has now become Kılıçdaroğlu’s last hope. A leader unable to stomach the loss of power seeks to reenter politics through the courts—an act that not only threatens internal party peace but also hollows out the very concept of opposition.
One root of this behavior lies in Kılıçdaroğlu’s deeply ingrained bureaucratic mindset, shaped by decades as a civil servant. He still perceives politics as a matter of administrative protocol. His instinctive respect for institutional formality, born from his bureaucratic past, continues to override the imperatives of political critique. For someone who once led the historic Justice March in protest against the collapse of judicial independence, his recent declaration that “I must respect the court’s decision” is bewildering. It exposes not only his inconsistency but also his failure to acknowledge that Turkey is no longer a state governed by the rule of law. A figure who once decried politicized courts now shows deference to their rulings, as if they operate independently. This is not just a contradiction; it’s a betrayal of public justice and a misreading of the political moment. One who does not respect his own office cannot expect respect from the people.
Within CHP, the few remaining MPs who still back Kılıçdaroğlu, fewer than eight, are not motivated by principle or ideological commitment. Rather, they hope to reclaim their lost privileges. These are figures who have been sidelined under Özel’s leadership, shut out of the parliamentary group, or diminished in local power struggles. They now view Kılıçdaroğlu’s return as their ticket back into old positions of comfort. Wrapping their ambition in the language of “principles,” their loyalty is not to ideals but to seats of power. This speaks volumes about the persistent culture of sycophantic obedience in CHP. The bulk of internal dissent comes not from policy differences but from a lack of personal gain. In this dynamic, personal ambition masquerades as ideological conviction, poisoning not just the opposition but the very ethics of politics.
One of the poster boys of this stagnant seat-worship is Faik Öztrak. Since 2007, he has been a member of parliament for six consecutive terms. He has long served as party spokesperson and as the official responsible for economic policy. While AKP drove Turkey’s economy off a cliff, Öztrak’s dull, technocratic monologues failed to generate any resonance. No alternative program, no exit strategy, just monotonous press conferences. Yet he remains in a senior role, a symbol of CHP’s aversion to generational change. Figures like Öztrak do not view politics as a vehicle for social transformation, but as a platform for defending institutional turf. They represent not the people, but the status quo.
What’s striking isn’t just Kılıçdaroğlu’s maneuvering. It’s how the pro-government media and troll factories of the ruling coalition suddenly began singing his praises, presenting his actions as some noble “quest for justice.” These are the same outlets that spent years vilifying him. Now, they portray him as a wise, principled, and dignified leader. This about-face is not accidental; it’s strategic. For the Erdoğan regime, Kılıçdaroğlu’s return would be a godsend. A man who lost every major election, who failed to inspire and mobilize society, who drowned politics in sterile technocracy—his comeback would amount to the opposition sabotaging itself.
Erdoğan must be thoroughly enjoying the spectacle he set in motion. His troll networks and junior partner MHP have orchestrated this operetta with full enthusiasm, boosting Kılıçdaroğlu’s standing just enough to keep the turmoil alive. This is not just the manipulation of the opposition, it’s a case of the regime deciding who is fit to be in the opposition.
All the while, the real issue—the deepening economic and social crisis tearing apart daily life in Turkey—has vanished from the agenda. Inflation, unemployment, housing shortages, debt traps, collapsing healthcare and education systems—none of it finds airtime. The only question the media seems obsessed with is: “What happens if Kılıçdaroğlu comes back?”
This isn’t merely a distraction. It’s a calculated act of mass political aphasia. By controlling the narrative, the regime doesn’t just dictate what is discussed—it decides who counts as legitimate opposition. The recent media glorification of Kılıçdaroğlu is not a gift; it’s the tool of an authoritarian mind that prefers a neutered, manageable opposition.
As CHP wastes its energy on this lawsuit, society is left to watch a never-ending intra-party feud instead of a politics of solutions. This is not just a party’s crisis, it’s the erosion of opposition as a whole. Kılıçdaroğlu’s effort to return through the courts isn’t a farewell; it’s the final stage of an unquenched thirst for power.
If this judicial process is drawn out—just as Erdoğan would prefer—it will deepen tensions within the CHP and keep public attention away from real problems. To reorient politics toward public needs, this internal reckoning must be unmasked for what it is—not just as a responsibility, but a necessity.
The longer this circus continues, the more CHP will suffer. The Özel leadership must urgently expel Kılıçdaroğlu and his loyalists to close this chapter once and for all and return to the actual issues facing the nation. If the expelled crew is not interested in playing backgammon in retirement cafés, they can always go frolic among the plastic dinosaurs in Melih Gökçek’s abandoned park.
Otherwise, CHP risks ceasing to be a source of hope and becoming just another footnote in Erdoğan’s long game.