Er ya da Geç - Sooner or Later
Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye siyasetinde kurduğu düzen artık yalnızca bir iktidar mücadelesi değil, bir rejim inşasıdır. Son yirmi yıl içinde adım adım örülen bu yapı, bugün artık seçimle değiştirilemeyecek kadar köklü ve hesap verilemez hale gelmiştir. Erdoğan’ın amacı yalnızca muhalefeti alt etmek değil, onu sistem dışı bırakmaktır. Yarışmayı değil, rakipleri etkisizleştirerek ortadan kaldırmayı hedefleyen bir anlayışla hareket etmektedir.
Bu hedef doğrultusunda ilk adım, muhalefeti etkisizleştirmek olmuştur. Ana muhalefet partisi CHP yıllarca “terörle işbirliği” gibi etiketlerle marjinalleştirilmeye çalışıldı. HDP sistematik olarak kriminalize edildi. DEVA ve Gelecek gibi yeni aktörler ise medya ambargosuyla görünmez kılındı. Böylece Erdoğan, sahada kendisine denk bir alternatifin oluşmasını engelledi. Muhalefet sadece siyasi alanda değil, hukuki ve psikolojik düzlemde de bastırıldı.
Erdoğan artık rakipleriyle yarışmıyor; onları sistem dışı bırakmakla meşgul.
Bu sürecin tamamlayıcı ayağı ise yargının tamamen siyasallaştırılmasıydı. Demirtaş ve Kavala gibi sembolik davalarda hukukun değil, doğrudan siyasal iktidarın kararı hüküm sürmektedir. Mahkemeler, artık bağımsız karar mercileri değil; iktidarın politik mesajlarını veren araçlara dönüşmüştür. Erdoğan için yargı, muhalefeti susturmanın ve toplumu korkutmanın en etkili yollarından biridir. Hakim teminatı, adil yargılama gibi ilkeler, artık yalnızca anayasa metinlerinde kalan boş kelimelerdir.
Bu yargı mekanizması, son dönemde özellikle CHP’ye karşı topyekûn bir tasfiye aracına dönüştürüldü. Parti içi demokrasinin temel dayanağı olan kurultaylar bile artık dava konusu edilmektedir. Erdoğan rejimi, delegelerin oylarıyla seçilen Özgür Özel’i hukuki yollarla tartışmalı hale getirmeye çalışmakta, kurultayları iptal ettirmek için dava üstüne dava açılmaktadır. Amaç CHP’nin iç meşruiyetini çökertmek, onu içeriden işlevsiz hale getirmektir. İktidar artık yalnızca muhalefetle yarışmıyor, onu dizayn etmeye çalışıyor.
Bu stratejinin en keskin ve tehlikeli uygulaması ise İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na karşı yürütülüyor. Erdoğan, 2019’da yaşadığı İstanbul yenilgisini asla sindiremedi ve İmamoğlu’nun popülaritesinden çok korktu. Bu nedenle İmamoğlu’na karşı sistematik bir yargı kuşatması inşa edildi. Önce “YSK üyelerine hakaret” iddiasıyla ceza verildi, ardından siyasi yasak dosyası devreye sokuldu. Üniversite diploması üzerinden adaylık ehliyetini ortadan kaldırmaya çalıştılar. 19 Mart’ta da tutukladılar. Erdoğan’ın hedefi, İmamoğlu’nu yalnızca diskalifiye etmek değil; aynı zamanda topluma gözdağı vermek ve muhalefetin en geniş tabanlı figürünü susturmaktır.
2025 baharından itibaren Erdoğan rejimi, yerel seçim sonuçlarını fiilen yok saymaya yöneldi. Bu yeni aşamanın hedefinde yalnızca CHP'nin büyükşehir belediye başkanları değil, ilçe belediye başkanları da var. Özellikle İstanbul, bu yargı güdümlü siyasi operasyonların merkezine dönüştü. Ekrem İmamoğlu’nun hapse atılmasının ardından, İstanbul’da CHP’li belediyelere yönelik koordineli bir tasfiye dalgası başlatıldı. İçişleri Bakanlığı, İstanbul Valiliği, Emniyet Müdürlüğü ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, eşgüdüm içinde hareket ederek neredeyse “cadı avı”na benzeyen bir süreci devreye soktu.
Avcılar Belediye Başkanı Turan Hançerli, Maltepe Belediye Başkanı Esin Köymen ve Şişli Belediye Başkanı Emrah Şahan 2025 Mayıs-Haziran aylarında farklı gerekçelerle gözaltına alındı. Hançerli hakkında park ihalesi, Köymen hakkında kadın dernekleriyle işbirliği, Şahan hakkında ise iştirak şirketlerindeki personel alımları nedeniyle soruşturmalar yürütüldü. Kadıköy, Kartal, Beşiktaş ve Bakırköy belediye başkanları hakkında da mülkiye müfettişleri rapor hazırlayarak savcılıklara sevk etti.
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunc Soyer ise 28 Haziran 2025’te sabaha karşı gözaltına alındı ve aynı gün tutuklanarak Silivri’ye gönderildi. Hakkındaki suçlamalar “belediye kaynaklarını ideolojik amaçlarla kullanmak” ve “kamu zararına işlem yapmak” gibi soyut gerekçelere dayanıyor. Avukatlarının belirttiğine göre, dosyada delil niteliği taşıyan somut bilgi bulunmamakta, tanıklar ise gizli tutulmaktadır.
Bu gelişmelerin ortak özelliği, hedef alınan tüm isimlerin toplumsal desteği güçlü, seçim başarısı yüksek figürler olmasıdır. Erdoğan rejimi bu isimleri yargı yoluyla kriminalize etmeye, kamuoyunda itibarsızlaştırmaya ve nihayet görevden alarak yerlerine kayyım atamaya hazırlanmaktadır.
Bu süreçte Erdoğan’ın ana hedefi, CHP’nin elindeki büyükşehirler ve ilçeleri kaybettiği sandıkta değil, kazandığı mahkemelerde geri almaktır. Tunc Soyer’in ve 99 kişinin tutuklanması, İmamoğlu’nun hapse gönderilmesi ve İstanbul’daki operasyonlar bu stratejinin üç ayağını oluşturmaktadır: Yargı yoluyla kriminalizasyon, medya yoluyla itibarsızlaştırma ve mülkiye eliyle görevden alma.
Bu yalnızca CHP’li yöneticilere karşı değil, milyonlarca seçmenin iradesine karşı işlenen kolektif bir suçtur.
Medya da bu süreçte tam anlamıyla rejimin parçası haline geldi. Ana akım televizyonlar ve gazeteler, hükümetin günlük bülteni gibi yayın yapmaktadır. Eleştirel yayın organları ya ekonomik baskılarla kapatıldı ya da “düşman medya” ilan edilerek itibarsızlaştırıldı. Bugün Türkiye’de halkın büyük bir kısmı, yalnızca iktidarın izin verdiği haber ve yorumlara erişebilmektedir. Bu durum, Erdoğan’a gerçeklik üzerinde mutlak bir hâkimiyet sağlamaktadır.
Bu tablo son dönemde açık bir cezalandırma ve sindirme politikasına dönüşmüştür. Gazeteci Fatih Altaylı’nın, sosyal medya yayınında sarf ettiği sözler gerekçe gösterilerek gözaltına alınması, ifade özgürlüğünün fiilen ortadan kalktığını gösteren sembolik bir olaydır. Aynı şekilde RTÜK, HALK TV, TELE1, KRT gibi muhalif televizyon kanallarına yayın durdurma ve para cezaları yağdırmakta, lisans iptali tehditleri savurmaktadır. Medya artık yalnızca Saray’dan gelen mesajların dolaşıma sokulduğu bir propaganda aracıdır.
Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, Leman dergisinin bir karikatürü üzerinden başlatılan linç kampanyasıdır. Erdoğan ve AKP sözcüleri, bu karikatürü “halkı kin ve nefrete sevk etmekle” suçlarken, aslında kendi yıllardır uyguladıkları kutuplaştırıcı söylemin aynasına bakıp rahatsız olmuşlardır. Oysa toplumu galeyana getirme suçu, karikatüristte değil, yıllardır ekranlardan halka öfke ve düşmanlık pompalayan iktidarın bizzat kendisindedir.
Hakikat, artık Fahrettin’in basın bültenleriyle ve ondan gelen talimatla AKP’li bakan, vekil ve trollerin attığı hazırlanmış tvitlerle sınırlı.
Erdoğan’ın iktidarının merkezinde, seçimleri kazanmak değil, seçimleri garanti altına almak vardır. Yüksek Seçim Kurulu, 2019 İstanbul seçimlerinde görüldüğü gibi, artık tarafsız değil. Seçim güvenliği konusu ciddi bir sorun haline gelmiş, sandıklar üzerindeki meşruiyet inancı zedelenmiştir. Erdoğan için seçimler artık birer demokrasi gösterisi değil; halkın sadakatini test eden ve rejime meşruiyet sağlayan ritüellerdir.
Sadakat temelinde çalışan devlet mekanizması da bu yapının kilit taşlarından biridir. Liyakat değil, sadakat esasına göre şekillenen bürokrasi, Erdoğan’ın şahsi iktidarını pekiştirmektedir. Bu da devleti kamu hizmeti üreten bir aygıt olmaktan çıkarıp, rejimi koruyan bir zırha dönüştürmektedir. Devlet artık yurttaşına değil, Saray’a hizmet etmektedir.
Askeriye ve istihbarat gibi geleneksel olarak güçlü ve bağımsız kurumlar bile bu dönüşümden nasibini aldı. 15 Temmuz sonrası ordu büyük bir tasfiyeye uğradı; MİT doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlandı. Bu adımlarla Erdoğan, rejimi tehdit edebilecek hiçbir kurumsal dengeyi bırakmamayı başardı. Artık emir-komuta zinciri sadece silahlı kuvvetlerde değil, toplumun bütün katmanlarında çalışır hale getirildi.
Ekonomik çöküş bile Erdoğan için bir zayıflık değil, fırsat alanı yaratmıştır. Yoksulluk, Erdoğan’ın iktidarını zayıflatmıyor; tersine seçmen sadakati yaratıyor. Devlet yardımları, AK Parti’ye oy veren kitleleri sistemle bağlayan bir şantaj mekanizmasına dönüşmüş durumda. Geçim sıkıntısı yaşayan geniş kesimler, iktidarın verdiği yardımları kaybetme korkusuyla iktidarı desteklemeye devam ediyor.
Yoksulluk, baskı rejiminin taşıyıcı kolonu haline geldi.
Bu düzenin ideolojik çimentosu ise din, milliyetçilik ve beka söylemleriyle sağlanıyor. Erdoğan, her türlü krizi “dış güçlerin oyunu” olarak tanımlıyor. Muhalefeti ise “hain”, “terörist destekçisi” ya da “milli iradeye düşman” ilan ederek kutuplaşmayı derinleştiriyor. Bu söylem, halkın korkularını kullanarak sadakat yaratma stratejisinin temelidir. Toplum sürekli bir tehdit altında tutuldukça, Erdoğan kendisini “koruyucu lider” pozisyonuna yerleştirebilmektedir.
Erdoğan rejimi, enerjisinin büyük kısmını muhalefeti tasfiye etmeye, belediyelere kayyım atamaya, gazetecileri susturmaya ve halkı kutuplaştırmaya harcarken, ülkenin gerçek sorunlarına karşı ise felç olmuş bir yönetim görüntüsü sergilemektedir. 2025 yazı, bunun en net örneğidir.
Temmuz ayına girerken Türkiye’nin birçok noktasında eşzamanlı çıkan orman yangınları, hükümetin bu felaketlere karşı tamamen hazırlıksız olduğunu ortaya koydu. Ege ve Akdeniz’de günlerce süren yangınlar, hem yerleşim alanlarına hem de tarım arazilerine büyük zarar verdi. Tarım ve Orman Bakanlığı'nın lojistik kapasitesi yetersiz kaldı, hava araçları günlerce gecikti, koordinasyon tamamen çöktü.
Yangın bölgelerinde halk kendi imkânlarıyla alevlere müdahale etmeye çalışırken, hükümet yetkilileri ancak günler sonra bölgeye intikal etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, yangınlar sırasında herhangi bir kriz merkezine gitmek yerine yine muhalefeti suçlayan açıklamalar yapmayı tercih etti. Medya ise bu skandalı haberleştirmek yerine, sosyal medyada yangın görüntüsü paylaşan vatandaşları “manipülasyon” yapmakla suçladı.
Bu durum, Erdoğan’ın artık sadece otoriter değil, aynı zamanda işlevsiz bir yönetim anlayışına saplandığını göstermektedir. Devlet, yurttaşın canını, malını, doğasını koruyamaz hale gelmiş; asli işlevini kaybetmiştir. Erdoğan iktidarı, muhalefeti bastırma arzusuyla kendi kurumlarını çürütmüş, liyakatli kadroları tasfiye etmiş ve güvenlik, çevre, sağlık gibi temel alanlarda çöküşü hızlandırmıştır.
Kısacası yangınlar bir doğa felaketi olduğu kadar, rejimin yönetimsel iflasının da sembolüdür. CHP’li belediyelerle uğraşmak için harcanan enerji, devletin asli sorumluluklarını yerine getirememesine yol açmıştır.
Tüm bu yapı içinde Erdoğan, iktidarının doğal bir sonu olmadığını düşünüyor olabilir. Onun gözünde anayasa, hukuk ya da seçim sonucu değil; kendisi iktidarın kaynağıdır. İktidardan ancak “ölümle” ayrılabileceği ya da yerine sadık bir halef belirleyeceği fikri, rejimin temelinde yer almaktadır. Bu anlayış demokrasinin değil, mutlakiyetin bir yansımasıdır.
Ancak her ne kadar sistem tamamen kontrol altında gibi görünse de, toplumda bastırılmış bir öfke birikiyor. Gençler, kadınlar, emekliler, işçiler ve özellikle büyük şehirlerde yaşayan orta sınıflar bu düzenden memnun değil. Erdoğan’ın sistemine duyulan sessiz ama derin memnuniyetsizlik, herhangi bir kriz anında patlak verebilir. Bu rejim, dışarıdan güçlü görünse de içeride çürümektedir.
Hiçbir otoriter rejim, halkın sabrını sonsuza dek kontrol edemez.
Hiçbir otoriter rejim halk öfkesini sonsuza dek bastıramaz. Erdoğan’ın iktidarı, kısa vadede korku ve baskı yoluyla varlığını sürdürebilir. Ancak tarih göstermiştir ki hiçbir otoriter lider sonsuza kadar hükmedemez. Er ya da geç, hesap verme günü mutlaka gelir. Türkiye de yavaş yavaş kendi kırılma noktasına doğru ilerliyor. Korku, manipülasyon ve baskı üzerine kurulu bir sistemin sürdürülebilirliği yoktur. Erdoğan baskısını ne kadar artırırsa, sonu o kadar hızlı gelecektir. Ne yazık ki, ne kendisi ne de çevresindeki dalkavuklar bunu anlayacak durumda değil; çünkü kibir, korku ve bitmek bilmeyen kişisel çıkar hırsıyla körleşmiş durumdalar. Ülke yanarken, onlar geriye kalanları yağmalamakla meşgul.
Er ya da Geç - Sooner or Later
Recep Tayyip Erdoğan’s rule in Turkey has evolved from a political struggle into the construction of a fully entrenched authoritarian regime. Over two decades, he has built a system so deep-rooted and unaccountable that elections alone are no longer sufficient to change it. Erdoğan’s goal is not to compete with the opposition but to eliminate it entirely, both from politics and from public legitimacy. His strategy has focused on rendering the opposition ineffective, marginalizing, and making them invisible. The main opposition party, CHP, was for years smeared with accusations of collaborating with terrorism. The pro-Kurdish HDP was criminalized. New political actors, such as DEVA and Gelecek, were silenced by media blackouts. These tactics ensured that Erdoğan would face no serious rival in the political arena, where legal pressure and psychological warfare effectively crushed dissent, just as much as electoral competition.
The judiciary has become one of Erdoğan’s most effective tools. High-profile cases against opposition figures, such as Selahattin Demirtaş and Osman Kavala, reflect the complete politicization of the courts. Judges now act not as impartial arbiters, but as mouthpieces of executive power. Legal principles like judicial independence and fair trial exist only on paper. In recent years, this legal machinery has been turned against the CHP itself. Internal party congresses—once the core of party democracy—have been subjected to lawsuits aimed at overturning results or invalidating elected leadership. Erdoğan’s strategy is no longer just to defeat the opposition, but to redesign and control it from the inside out.
Nowhere is this more visible than in the campaign against Istanbul Mayor Ekrem İmamoğlu. After losing Istanbul in 2019, Erdoğan has been unable to accept defeat in the city he once governed. Fearing İmamoğlu’s broad popularity, the regime launched a legal offensive, culminating in a conviction for “insulting election officials,” followed by disqualification efforts over his university diploma, and ultimately, his arrest on March 19, 2025. The objective is not just to eliminate İmamoğlu from politics, but to intimidate the electorate and decapitate the opposition’s most unifying figure.
Following the 2025 local elections, Erdoğan’s regime began ignoring the results and launching a full-scale purge of opposition-led municipalities. CHP mayors across Istanbul were detained or investigated in a coordinated campaign involving the Interior Ministry, the Istanbul Governor’s office, law enforcement, and the judiciary. Accusations were often vague or politically motivated: park tenders, cooperation with women’s groups, or minor hiring procedures became grounds for criminal prosecution. Even prominent city mayors like Tunç Soyer of İzmir were swept up, arrested, and sent to prison on charges lacking credible evidence, with anonymous witnesses and no transparent process.
This wave of repression has a consistent pattern: the targets are all popular, successful, and legitimate elected officials. The goal is to criminalize them, delegitimize them in the public eye, and replace them with appointed trustees (kayyım). Erdoğan aims to regain through the courts what he has lost at the ballot box. The arrests of Soyer, İmamoğlu, and dozens of others represent a three-pronged strategy: legal persecution, media defamation, and administrative removal.
This is not just an attack on individuals, but a betrayal of the will of millions of voters. The media, fully absorbed into the regime’s propaganda system, plays a central role. Most mainstream outlets operate as government bulletins. Independent media have been shut down, fined, or branded as traitors. The public’s access to information is now filtered through state-controlled narratives. Journalists like Fatih Altaylı are arrested for their words, and opposition channels like HALK TV, TELE1, and KRT face repeated broadcasting bans and financial penalties. The media no longer holds power to account—it simply echoes the palace line.
A particularly symbolic moment was the government-orchestrated backlash against a cartoon in Leman magazine. Erdoğan’s spokespeople accused it of inciting hatred, yet the cartoon merely reflected the regime’s polarizing language to them. The true source of incitement in Turkish society is not satire, but the sustained demonization of opponents by the government itself.
Erdoğan’s control over the political system now extends to shaping perceptions. The truth is defined by the presidential communications office and amplified by a loyal army of ministers, MPs, and trolls. Even the Supreme Election Council (YSK) has lost its impartiality, especially after annulling the 2019 Istanbul election. Electoral legitimacy has become suspect. For Erdoğan, elections are no longer democratic contests but loyalty tests—rituals that manufacture consent.
State institutions operate on loyalty, not merit. Bureaucracy, restructured around Erdoğan’s personal authority, serves the regime rather than the public. Even the military and intelligence agencies—traditionally independent—have been brought to heel. After the 2016 coup attempt, the military was purged, and the National Intelligence Organization (MIT) was placed under presidential control. Erdoğan has dismantled every institutional check that could pose a threat to his rule.
Even economic collapse has become a political instrument. Widespread poverty, instead of undermining Erdoğan, has reinforced his grip. State aid is distributed in a clientelist manner, functioning as a form of political blackmail. People who depend on government assistance fear losing it if they turn against the regime. Poverty is not an obstacle to Erdoğan’s power; it is a pillar of it.
The ideological foundation of the regime is rooted in religion, nationalism, and fear. Erdoğan frames every crisis as the work of “foreign powers” and labels his critics as traitors. This strategy creates loyalty through fear and reinforces Erdoğan’s image as the nation’s protector. The more society is kept in a state of anxiety, the easier it is to justify authoritarian rule.
While energy is poured into silencing opponents, the government has become paralyzed in the face of real crises. The wildfires of summer 2025 exposed the state’s total unpreparedness. Fires in the Aegean and Mediterranean devastated homes and farmland. The aircraft arrived late, logistics failed, and coordination broke down. Citizens fought the flames alone while officials arrived days later. Erdoğan chose not to visit crisis centers, instead blaming the opposition and citizens for misinformation. State media attacked those sharing fire footage online.
This reflects not only authoritarianism but also a broken and dysfunctional state. The government cannot protect lives, homes, or nature. In its quest to crush dissent, it has gutted its own competence. Experienced professionals were purged. Services like disaster response, health, and environmental protection have all deteriorated. The fires were not only a natural catastrophe—they were the emblem of a failed regime.
Erdoğan may now see himself as irreplaceable. In his view, he is the source of power, not law, not elections. The notion that only death or an anointed successor could end his rule underlines the absolutist nature of this regime. But no matter how complete the control seems, discontent is building. Youth, women, workers, retirees, and the urban middle class are increasingly alienated. A deep, quiet resentment is growing beneath the surface.
No authoritarian regime can suppress public anger forever. Erdoğan’s rule may persist in the short term through fear and repression. But history teaches us that no authoritarian leader rules forever. One way or another, accountability always arrives. Turkey, too, is slowly moving toward its breaking point. A system built on fear, manipulation, and repression cannot sustain itself indefinitely. The more Erdoğan tightens his grip, the sooner his downfall will come. Unfortunately, neither he nor his sycophants seem capable of understanding this, blinded as they are by arrogance, fear—and the relentless pursuit of personal gain. While the country burns, they are busy looting what remains.