Biat Çağı - Age of Obedience
Türkiye'de siyaset, giderek daha fazla bir akıl yürütme süreci değil, bir sadakat gösterisi, bir aidiyet beyanı, bir inanç ritüeli hâline geliyor. Bu dönüşümün simgesel ifadelerinden biri, Saray’ın baş dalkavuklarından Oktay Saral’ın sosyal medyada paylaştığı cümlede somutlaştı: “Sultanım; yürüyeceksin, ümmet yürüyecek ardından...” Bu türden bir ifade sadece bir kişinin gösterdiği aşırı sadakatin örneği değildir; aynı zamanda Türkiye’de demokratik siyasetin uğradığı tahribatın da sembolüdür.
Saral’ın dili, Erdoğan’ı anayasal yetkilerle donatılmış bir devlet başkanı değil, tarihin akışına yön veren monarşik bir figür olarak yüceltmektedir. Bu, demokratik bir sistemde kabul edilebilecek bir retorik değildir. Çünkü bu tür bir dil, seçilmiş liderle yurttaş arasında olması gereken hesap verebilirlik bağını ortadan kaldırır, yerine neredeyse kutsal bir hiyerarşi kurar. Bu hiyerarşide lider eleştirilemez, sorgulanamaz; halk ise onun iradesine kayıtsız şartsız tabi olmak zorundadır.
“Sultanım” hitabında hem tarihsel bir göndermeye hem de güncel bir itaat çağrısına rastlıyoruz. Osmanlı’yı model alan ve neo-Osmanlıcılık hayalleriyle beslenen bu yaklaşım, Erdoğan’ı bir “yeni padişah” olarak konumlandırırken, Türkiye toplumunu da “ümmet” kategorisine sokarak siyasetin seküler ve eşitlikçi doğasını yok sayıyor. Saral’ın “ümmet yürüyecek ardından” sözündeki temel ima, halkın birey olmaktan çıkarılıp bir kitleye indirgenmesidir. Bu, bireysel aklın, özgür iradenin ve yurttaşlık sorumluluğunun iptali anlamına gelir.
Bu dilin ortaya çıkışı bir rastlantı değil, sistematik bir dönüşümün ürünüdür. Erdoğan yönetiminde Türkiye, yalnızca kurumsal olarak değil, zihinsel olarak da demokratik normlardan uzaklaştı. Hukukun üstünlüğü yerini keyfiliğe, kuvvetler ayrılığı yerini sadakat hiyerarşisine, liyakat ise biat kültürüne bıraktı. Bu değişimin kaçınılmaz bir sonucu olarak siyasetçiler, varlıklarını halkla kurdukları ilişki üzerinden değil, saraya yakınlıklarıyla tanımlar hâle geldiler. Oktay Saral’ınki gibi beyanlar, bu yeni düzenin içinde kariyer basamağına dönüşen bir tür “siyasal methiye” formatıdır.
Ancak bu tarz söylemlerin yalnızca bireysel çürümüşlükle açıklanması yetersiz olur. Saral örneği, daha geniş bir ideolojik mimarinin parçasıdır. Bu mimari, Erdoğan’ı yalnızca bir siyasi lider değil, ümmetin koruyucusu, devletin ruhu, tarihin taşıyıcısı gibi konumlandırır. Böylece iktidarın meşruiyeti sandıktan değil, sözde kutsallıktan türetilir. Siyasal İslam’ın söylem dağarcığı ile Türk-İslam sentezinin tarih fetişizmi iç içe geçer. Ortaya çıkan yapı, liderin şahsında devleti somutlaştırır; muhalefeti ise yalnızca politik bir seçenek değil, bu kutsal yürüyüşe çelme takmaya çalışan düşmanlar olarak kodlar.
Bu bağlamda Saral’ın sözleri sadece dalkavukluk değil, siyaseti tasfiye etme girişimidir. Çünkü siyasetin özü, alternatiflerin varlığı, kararların tartışılması, iktidarın sorgulanabilir olmasıdır. Ama “Sultanım yürüyeceksin” dediğinizde aslında şunu söylüyorsunuz: Hiçbir tartışma yoktur, hiçbir denetim yoktur, başka bir yön yoktur. Tek bir yürüyüş vardır, onun dışında kalan herkes ve her şey marjinaldir, haindir, sapkındır.
Bu söylem, toplumu sadece ideolojik olarak bölmez; aynı zamanda pratik olarak da kutuplaştırır. Çünkü Erdoğan’a inanan kitle için bu yürüyüş bir kutsal yürüyüştür; karşı çıkanlar ise yalnızca siyasi rakipler değil, inanca ihanet edenlerdir. Bu durum, siyasal muhalefeti kriminalize etmenin, toplumsal barışı dinamitlemenin ve kamusal alanı tamamen kontrol altına almanın önünü açar. Eleştiri lüks değil, suç sayılmaya başlar.
Oysa Türkiye, siyasal olarak olgunlaşması gereken bir cumhuriyettir. Siyaset kişisel bağlılık değil, kurumsal sorumluluk işidir. Hiçbir kişi, ne kadar seçilirse seçilsin, bir halkın kaderiyle özdeşleştirilemez. Cumhuriyetin kuruluşundaki temel ilke de budur: Halkın kendi kaderini tayin hakkı bireyler üzerinden değil, kurumlar ve ilkeler üzerinden teminat altına alınır. Ama Saral’ın sözleri, bu temel ilkelere doğrudan meydan okumaktır. O yürüyüşte yargı bağımsızlığı ezilir, medya özgürlüğü sindirilir, seçim adaleti gölgelenir. Ve bunların hepsi, sözüm ona “ümmetin selameti” adına meşrulaştırılır.
Bu yüzden mesele Saral’ın abartılı övgüsü değil; bu övgünün hangi siyasal iklimde, hangi güç dengesinde, hangi zihinsel boşlukta kabul gördüğüdür. Bu tür ifadeler, sadece lideri pohpohlamaz; aynı zamanda halkın siyasal özne olma niteliğini de iptal eder. “Ümmet yürüsün” demek, “halk sorgulamasın, itiraz etmesin, sadece itaat etsin” demektir.
Oysa bugün Türkiye'nin ihtiyacı olan şey bu değildir. Türkiye'nin ihtiyacı olan, yürüyen bir liderin arkasında koşmak değil; kendi yolunu açan bir halk olmaktır. İhtiyacımız olan, siyaseti bir sadakat yarışından çıkartıp yeniden bir fikirler ve ilkeler rekabetine dönüştürmektir. İktidarların değil kurumların kalıcılığı esas alınmalıdır. Halkı ümmet olarak değil, eşit haklara sahip yurttaşlar olarak görmek gerekir. Ancak o zaman gerçek bir demokratik toplum inşa edilebilir.
Oktay Saral’ın tvitinden iki gün önce, Washington'da olağanüstü bir sahne kuruldu. Donald Trump, doğum gününü kutlamak için kendine bir “gösteri” hediye etti: zırhlı araçlar, savaş uçakları, generaller, bando takımları... Her şey hazırdı. Sahne bir cumhuriyete değil, bir tahtın sahibine yakışır biçimde düzenlenmişti. Ama bir sorun vardı: seyirci yoktu. 10 ila 20 bin arasında bir kalabalık, on milyonlar harcanarak düzenlenen bu devasa askeri geçidi izlemek üzere toplanmıştı. Trump ise podyumdan selam verirken, boş sokaklara, zoraki alkışlara ve gösterişli bir yalnızlığa karşılık aldı.
Aynı gün Amerika'nın dört bir yanında başka bir “geçit” vardı. Ama bu kez tanklar değil; pankartlar, savaş uçakları değil; megafonlar, bando değil; öfke vardı. Beş milyonu aşkın Amerikalı, yüzlerce şehirde aynı sloganı haykırdı: “Kral İstemiyoruz!”
Trump’ın askeri parodisiyle eş zamanlı olarak, sokaklar gerçek bir halk yürüyüşüne sahne oldu. Protestocular, Trump’ın giderek monarşikleşen siyaset tarzına, kurumları bypass eden kararlarına, yargıyı ve bürokrasiyi kişisel birer araç hâline getirmesine karşı ayağa kalktı. İnsanlar artık yalnızca politikasına değil, onun temsil ettiği rejime karşı direniyor.
Bu tablo, semboller üzerinden çok şey anlatıyor. Trump, doğum gününü kendisini “yeniden doğuran” bir liderlik mitine çevirmeye çalıştı. Geçmişte Bastille Günü’ne, Moskova’daki Kızıl Meydan geçit törenlerine hayranlığını dile getirmişti. Şimdi o hayalini Amerikan zeminine uyarlamaya çalışıyor. Ancak bu gösteri, ne Paris’teki gibi cumhuriyetin ihtişamını, ne de Moskova’daki gibi devlet gücünün mutlak otoritesini yansıtabildi. Daha çok bir otokratın nostaljik fantezisi, bir yalnız adamın sahne tutkusu olarak hafızalara kazındı.
Oysa sokaklar bambaşka bir sahne yazdı. Bu gösteriler spontane değildi; birikmiş öfkenin, sessiz çoğunluğun, giderek gasp edilen demokrasinin bir yankısıydı. İnsanlar artık Trump’ı bir başkan olarak değil, kendisini halkın yerine koymaya çalışan bir figür olarak algılıyor. Doğum günü kutlaması, Trump için kişisel bir şov olabilir; ancak halk için bu gün, “otoriterleşmenin doğum günü” gibiydi. Trump yürüdükçe, ona değil, onun temsil ettiği düzenin yıkıcılığına karşı yürüyen bir halk çoğalıyor. Tarih, bu iki yürüyüşten hangisinin kalıcı olacağına karar verecek. Ama ilk işaretler, tankların değil, insanların sesinin daha uzaklara ulaştığını gösteriyor.
İki ülke, iki lider, iki sahne. Ama özde aynı sorun: Liderin halktan kopması, devleti kendi kişiliğiyle özdeşleştirmesi ve siyaset kurumunu sadakatle kiralanmış dalkavukların sahnesine çevirmesi. Oktay Saral’ın Erdoğan’a “Sultanım” deyişi, işte bu zihniyetin parçasıdır. Saral, burada sadece bir kişiyi övmüyor; aynı zamanda halkı ümmetleştirerek eşit yurttaşlık fikrini iptal ediyor. Saray eksenli siyaset, halkın değil liderin yürüyüşünü kutsuyor.
Tam da bu noktada Trump’ın doğum günü gösterisi ile Erdoğan etrafında inşa edilen sadakat kültü aynı fotoğrafta buluşuyor. Saral’ın “ümmet” tahayyülü, Trump’ın “alkışlayan kitle” hayaliyle akrabadır. Her iki lider de siyaseti toplumsal bir sözleşme olmaktan çıkarıp kişisel bir bağlılık ritüeline dönüştürmüştür. Ancak halklar bu tiyatroyu reddetmeye başlamıştır.
Türkiye’de henüz Saral gibilerin sesini bastıracak “Sultan istemiyoruz!” yürüyüşleri yapılmadı. Ancak, CHP’nin giderek kalabalıklaşan mitingleri bir yerde aynı amaca yönelik. ABD’de halk, Trump’ın kralcılığına karşı yürürken, aslında Saral’ın sözlerine de yanıt veriyordu. Çünkü lider kültü evrensel bir tehdittir; onun karşısındaki en büyük direnç ise halkların ortak hafızasıdır: Ne krallık isteriz, ne sultanlık. Ne ümmet olmak isteriz, ne alkışlayan tebaa.
Görkemli törenler, boş sokaklarda yankılanır. Saray methiyeleri, kendi yankısını duymak isteyenler içindir. Ama halk yürüyüşleri tarihe kalır. Trump tank yürüttü, halk “Kral istemiyoruz” dedi. Saral sultana methiye yazdı, ama bu halk eninde sonunda “Sultan istemiyoruz” diyecek.
Bu iki gösteri arasında bir tercih değil, bir kader ayrımı var. Biri kişilik etrafında şekillenmiş bir çürüme hâlidir. Diğeri, halkın kendi kaderine tekrar sahip çıkma arzusudur. Bugün Trump için yükselen itiraz, yarın Saral gibilerin alkışladığı düzene karşı da yükselecektir.
Ve unutulmasın: Hiçbir lider sonsuza dek yürüyemez. Ama halk yürümeye karar verdiğinde, hiçbir saray o yürüyüşü durduramaz.
Age of Obedience
In Turkey, politics is increasingly ceasing to be a process of reasoning and is instead becoming a display of loyalty, a declaration of allegiance, a ritual of faith. One of the most symbolic expressions of this transformation was encapsulated in a sentence shared on social media by one of the palace’s chief sycophants, Oktay Saral: “My Sultan; you will march, and the ummah will follow behind...” This kind of statement is not merely an example of one man's excessive devotion—it is also a symbol of the damage inflicted upon democratic politics in Turkey.
Saral’s language glorifies Erdoğan not as a head of state endowed with constitutional powers, but as a monarchical figure shaping the course of history. This is not rhetoric that can be tolerated in a democratic system. Because such language severs the vital bond of accountability between elected leaders and citizens, replacing it with an almost divine hierarchy. In this hierarchy, the leader cannot be questioned or criticized; the people must submit unconditionally to his will.
The term “My Sultan” carries both a historical reference and a contemporary call to obedience. This neo-Ottoman fantasy positions Erdoğan as a “new sultan” while reducing Turkish society to a submissive “ummah,” thereby discarding the secular and egalitarian essence of politics. The core implication of Saral’s statement—“the ummah will follow”—is the demotion of the people from autonomous individuals to a homogeneous, obedient mass. It represents the erasure of critical thinking, free will, and civic responsibility.
This language did not emerge by accident; it is the product of a systematic transformation. Under Erdoğan’s rule, Turkey has not only drifted institutionally but also mentally from democratic norms. The rule of law has been replaced by arbitrariness, the separation of powers by a hierarchy of loyalty, merit by a culture of submission. As a result, politicians no longer define themselves through their relationship with the public, but through their proximity to the palace. Declarations like Saral’s have become career steps within this new regime—a kind of political eulogy offered in exchange for favor.
Yet, it would be insufficient to interpret this merely as individual decay. Saral’s statement is part of a broader ideological architecture—one that frames Erdoğan not just as a political leader but as the guardian of the ummah, the soul of the state, the vessel of history. In this construction, political legitimacy is no longer derived from the ballot box, but from a manufactured sacredness. The vocabulary of political Islam merges with the historical fetishism of the Turkish-Islamic synthesis. The result is a political order in which the leader embodies the state, and opposition is not seen as a legitimate alternative but as a threat to a holy mission.
In this context, Saral’s words are not merely sycophantic—they are an attempt to abolish politics altogether. Because politics, in its essence, is the coexistence of alternatives, the capacity for debate, and the accountability of power. But when one says, “My Sultan, you will march,” what is actually being said is: There will be no debate, no oversight, no other path. There is only one march, and anyone not on that path is marginal, a traitor, a heretic.
This rhetoric not only ideologically divides society but also polarizes it in practice. For Erdoğan’s base, this march is sacred; for those who dissent, it is blasphemy. Thus, political opposition is criminalized, social peace is undermined, and the public sphere becomes suffocatingly controlled. Criticism is no longer a democratic right—it is treated as a punishable offense.
Yet Turkey is a republic that must mature politically. Politics is not about personal loyalty—it is about institutional responsibility. No individual, however elected, can be equated with a nation’s destiny. The founding principle of the republic is exactly that: the people’s right to self-determination is guaranteed not through individuals, but through institutions and laws. But Saral’s words are a direct assault on these foundational principles. In that march he envisions, judicial independence is trampled, press freedom is crushed, and electoral fairness is overshadowed—all under the guise of serving the ummah.
The real issue, then, is not Saral’s exaggerated praise—it is the political climate, the power structure, and the intellectual void in which such praise is not only accepted but rewarded. Statements like these not only flatter the leader; they strip the people of their political agency. To say “the ummah will follow” is to say: the people must not question, must not object, must only obey.
But what Turkey needs today is not a people who run behind a marching leader. It needs people who forge their own path. What we need is to rescue politics from the realm of loyalty contests and restore it to a competition of ideas and principles. It is not leaders who should endure, but institutions. The people must not be seen as an ummah, but as citizens with equal rights. Only then can a genuinely democratic society be built.
Two days before Saral's tweet, an extraordinary scene unfolded in Washington. Donald Trump gifted himself a spectacle for his birthday: armored vehicles, fighter jets, generals, marching bands… Everything was in place. The scene resembled not a republic, but the court of a sovereign. But there was one problem: no audience. Only 10,000 to 20,000 people gathered to watch this exorbitantly expensive military parade. Trump, waving from a podium, was met with empty streets, forced applause, and the loneliness of his own spectacle.
At the very same time, a different kind of march was unfolding across the United States. This one had no tanks, no jets—just placards, megaphones, and anger. Over five million Americans marched in hundreds of cities, chanting the same slogan: “We don’t want a King!”
While Trump’s military parade played out like a parody, the streets witnessed a real popular uprising. Protesters stood up not just against Trump’s policies but also against his increasingly authoritarian style of governance—his circumvention of institutions, his instrumentalization of the security apparatus, and his bureaucratic control. People no longer see him merely as a president, but as a figure attempting to place himself above the public.
This contrast reveals much through symbols. Trump sought to transform his birthday into a moment of political rebirth, a grand personal myth. He had long admired France’s Bastille Day and Moscow’s Red Square parades. Now, he tried to import that fantasy into American soil. But this show evoked neither the grandeur of a republic nor the absolute power of a totalitarian regime. It resembled the nostalgic fantasy of a lonely strongman, desperate for reverence.
Meanwhile, the streets told a different story. These protests weren’t spontaneous—they were the echo of accumulated frustration, the roar of a silenced majority, the backlash against democracy being hollowed out. People no longer resisted policies—they resisted a system he had come to represent. What was, for Trump, a birthday celebration became, for the public, the symbolic birthday of authoritarianism.
As Trump watched marches, the people marched in the opposite direction. And that people grew. History will decide which of these two marches will endure. But early signs suggest that the voice of the people will travel farther than the roar of the tanks.
Two countries. Two leaders. Two stages. But at their core, the same ailment: a leader detached from the people, fusing the state with his own persona, and turning the political arena into a stage for the obedient. Saral’s glorification of Erdoğan as “Sultan” is part of the same political pathology. In doing so, he is not just praising a man—he is dissolving citizenship into submissive ummah-hood. Palace-centered politics sanctifies the leader’s path, not the people’s.
This is where Trump’s birthday parade and Erdoğan’s cult of loyalty converge. Saral’s dream of an ummah is cousin to Trump’s dream of a cheering crowd. Both leaders attempt to reshape politics as a ritual of personal loyalty. But people are beginning to reject this theater.
In Turkey, there have not yet been mass “We don’t want a Sultan!” marches to drown out voices like Saral’s. However, the growing rallies of the opposition, especially those led by the CHP, serve a similar purpose. When Americans march against Trump’s monarchy, they are also answering Saral’s tweet—whether they know it or not. Because the cult of leadership is a global threat, and the greatest defense against it is the shared memory of the people: We want neither kings nor sultans. We want neither ummahs nor applauding crowds.
Grand spectacles echo through empty streets. Palace praises are meant only for those who wish to hear themselves. But the marches of the people—those remain in the memory of history. Trump rolled tanks, the people said, “We don’t want a King.” Saral wrote poetry to his Sultan—but these people, too, will one day say: We don’t want a Sultan.
This is not merely a political choice—it is a civilizational turning point. One leads to decay, personalized and glorified. The other is to a renewed claim over collective destiny. Today’s resistance to Trump may very well inspire tomorrow’s resistance to the regime Saral worships.
And let us not forget: no leader marches forever. But when the people decide to march, no palace can stop them.