Bugünün Türkiye’sinde hukukçular, hukuksuzluğun yarattığı yıkımı akıl yoluyla kavramakta nasıl zorlanıyorsa, hukuk devleti olmayan bir ülkede ancak o kadar “hukukçu” olunabilir. Aynı şekilde, doğru verilerin yayımlanmadığı ve rasyonel politikaların üretilmediği bir ülkede de, “iktisatçı” olmak, ancak bir kurgu yazarı kadar mümkündür.
Ama bu çürüme yalnızca hukukçuları ya da iktisatçıları ilgilendirmiyor. Bugün Türkiye’de bilimsel düşünceye, veriye, yönteme ve kamu yararına dayanan hemen her meslek alanı, sistematik olarak itibarsızlaştırılıyor, dışlanıyor, susturuluyor.
Çevre mühendisleri, bilimsel analizlerle hazırladıkları değerlendirme raporlarından çıkarılıyor; çünkü artık ÇED raporları doğayı değil yatırımı korumak için yazılıyor. Şehir plancıları susturuluyor, mühendisler yok sayılıyor; deprem uyarıları görmezden gelinip fay hatlarına şehirler inşa ediliyor. Öğretmenler müfredatlara dair söz hakkı bulamıyor, gazeteciler gerçekleri değil, iktidarın yazdığı senaryoları yaymaya zorlanıyor.
COVID-19 döneminde ise bu zihniyetin en çıplak haliyle nasıl çalıştığını gördük. Sağlık Bakanlığı ve TÜİK, ölüm sayıları ve ölüm nedenlerini içeren istatistikleri uzun süre boyunca yayımlamadı. On binlerce ölüm, “COVID-19” yerine “ateşli hastalık” veya “solunum yetmezliği” gibi muğlak ifadelerle belgelendi. Gerçek rakamlar saklandı, sansürlendi. Büyükşehir belediyelerinin mezarlık verileriyle resmî rakamlar arasında uçurum oluştu, ama bu inkâr politikası sürdürüldü.
Bu, yalnızca halk sağlığının değil, halkın gerçeğe erişim hakkının da gasp edilmesiydi. Ölüm verilerini manipüle eden bir devlet, yurttaşlarını sadece sağlık alanında değil, her alanda yalnız bırakır. COVID döneminde halkın önünde bilim kurulu değil, PR kurulu vardı.
Türkiye, uzmanlığı bir tehdit, veriyi bir risk değil "algı yönetimi" aracı olarak gören bir rejime dönüşmüş durumda. İşte bu zeminde ben de susmayı tercih ettim.
Ben bir ekonomistim—ama onun gibi değil. İktisat okudum, iktisat yazdım, 55 yılı aşkın süredir iktisatçılık yapıyorum. Türkiye’nin krizlerini de gördüm, kalkınma hamlelerini de. IMF programlarıyla yeniden yapılandırılan bir ekonomide politika danışmanlığı da yaptım, enflasyonla boğuşan ülkelerde saha çalışmaları da yürüttüm. Öğrenci olarak başladığım bu yolculukta, zamanla öğretmenlik de yaptım. Gözlemledim, yazdım, uyardım.
Ama bir noktada durdum.
2023’te yayımladığım kitap, muhtemelen Türkiye ekonomisi üzerine yazdığım son kapsamlı çalışmaydı. O kitaba son noktayı koyarken içimde şu düşünce netleşmişti: “Artık bu verilerle analiz yapılamaz.” O günden beri Türkiye ekonomisi hakkında bir satır yazmadım. Çünkü artık bu hükümetin yayımladığı hiçbir resmi veriye güvenmiyorum.
Veriyle oynamak, Türkiye'de bir rejim refleksine dönüştü—başlangıcı da gayet net: Berat Albayrak dönemi. Maliye ve Hazine koltuğuna “damat kontenjanından” oturan Albayrak, ekonomi bürokrasisinin dilini değiştirerek işe başladı; sonra sırayı veriler aldı. Kayınpederini ekonomi iyi gidiyor diye kandırmak istiyordu, ama asıl kandırılan halk oldu. Bakalım rableri affedecek mi?
Sonra onun koltuğuna, parlayan gözleriyle her sorunu “bize güvenin” diye geçiştiren Nureddin Nebati oturdu. Sahte anlatının yeni taşıyıcısıydı. Albayrak'ın kurduğu “post-veri” evrenini kaldığı yerden devraldı. Gözleriyle piyasaları ikna etmeye çalıştı, ama rakamlar hâlâ konuşuyordu. Bu nedenle Merkez Bankası devreye girdi ve bir süre sonra o da veri saklamaya başladı: Döviz rezervlerinin kırılımı, kamu kurumlarının döviz alımları, KKM’ye verilen garantiler gibi hayati göstergeler kamuoyundan gizlendi.
Tam da bu noktada altı çizilmesi gereken temel mesele şudur:
Fiyat verileriniz doğru değilse, bütün ulusal gelir hesaplarınız da doğru değildir. Çünkü milli gelir, reel büyüme, verimlilik ve sektör bazlı katma değer gibi göstergelerin tamamı doğrudan ya da dolaylı olarak fiyat dizinlerine dayanır. Eğer TÜFE ve ÜFE sistematik olarak düşük gösteriliyorsa, küçülen bir ekonomiyi büyüyor gibi; azalan verimliliği ise artıyormuş gibi göstermek çocuk oyuncağına dönüşür.
Ve zaten olan da budur. Son yıllarda Türkiye ekonomisinin “reel büyümesi”, aslında deflatörlerin yapay baskılanması sayesinde kurgulanan bir illüzyondur. Enflasyon düşük gösterildiğinde, nominal GSYH’den reel GSYH’ye geçişte kullanılan düzeltme katsayısı yapay olarak küçülür—böylece milli gelir olduğundan daha yüksek görünür. Aynı şekilde işgücü verimliliği de yanıltıcı şekilde artıyor gibi görünür, çünkü hem emek maliyetleri hem de çıktı değeri sahte fiyatlar üzerinden hesaplanır.
Döviz kurunu baskılayarak sabit tutmaya çalışırsanız, kişi başına milli geliriniz dolar cinsinden otomatik olarak yüksek görünür. Yerel para birimiyle ölçülen gelir sabit kalsa bile, kur aşağıda tutuldukça kişi başına düşen gelir “yükseliyor” gibi görünür. Bu da siyasi propaganda için altın değerinde bir manipülasyon alanı yaratır. “Ekonomimiz uçuyor” başlığı, aslında rezerv yakılarak tutulmuş bir kuru gösteren tablodan ibarettir.
Bugün Türkiye’de ekonomi yönetimi, bilimsellikten tamamen kopmuş durumda. TÜİK, bir istatistik kurumu değil, propaganda üretim merkezidir. Son dönemde az da olsa bazı iyileşme işaretleri görülüyor. TÜİK, geçmişteki kadar agresif veri bastırmıyor olabilir; Merkez Bankası yönetiminde teknik uzmanlığa dönük bir arayış seziliyor. Ancak yapısal sorunlar hâlâ yerli yerinde duruyor.
Örneğin TÜİK, hâlâ enflasyon hesaplamalarına giren ürün fiyatlarını ve ağırlıkları kamuoyuna açıklamamakta ısrar ediyor. İstatistik güvenilirliği, sadece hesaplanan rakamla değil, o rakamın nasıl hesaplandığının açıklığıyla da ölçülür. Şeffaf olmayan her veri, güven vermez; yönetenin niyetini, halkın gerçeğe erişimini gölgeler.
Bu koşullarda iktisatçılık yapmak ne demek? Gerçek dışı verilere dayanarak analiz üretmek, sadece yanıltıcı olmak değil, aynı zamanda bu sistemin üretmiş olduğu kurguya ortak olmak anlamına gelir. Ben bu kurguya ortak olmadım, olmayacağım.
Ekonomi, yalnızca teknik değil, aynı zamanda etik bir disiplindir. Ve etik olarak, bu rejimin sunduğu uydurulmuş sayılarla analiz üretmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Çünkü veri yoksa, yazı da olmaz.
Bu bir pes ediş değil; bir itirazdır. Ve suskunluk, bazen en yüksek ses olabilir.
I am an Economist!
Just as lawyers in today’s Turkey struggle to intellectually process the wreckage that lawlessness has created, one can only be as much of a “lawyer” as the lack of the rule of law allows. Similarly, in a country where accurate data is not published and rational policy is not produced, one can only be as much of an “economist” as a fiction writer.
But this decay does not concern only lawyers or economists. Today in Turkey, nearly every profession grounded in scientific thought, data, method, and public interest is systematically discredited, excluded, and silenced.
Environmental engineers are removed from the evaluation reports they scientifically prepare, because Environmental Impact Assessments (EIA) are no longer written to protect nature, but to legitimize investment. Urban planners are silenced, while engineers are ignored; cities are built on fault lines, and earthquake warnings go unheeded. Teachers have no say in the development of the curriculum. Journalists are compelled not to report facts, but to disseminate narratives scripted by power.
And during the COVID-19 pandemic, we saw how this mindset operated in its most naked form. The Ministry of Health and TÜİK (Turkish Statistical Institute) failed to publish death counts and causes for an extended period. Tens of thousands of deaths were recorded not as “COVID-19,” but with vague terms like “febrile illness” or “respiratory failure.” The real numbers were hidden, censored. The gap between official data and cemetery statistics from major municipalities became too large to ignore, but the policy of denial continued.
This was not just an assault on public health—it was an erasure of the public’s right to truth. A state that manipulates death data abandons its citizens not only in health but in every domain. During the COVID pandemic, what stood before the public was not a scientific council—it was a PR team.
Turkey has morphed into a regime that views expertise as a threat and data as a liability, not a tool of understanding. And in such an environment, I chose to be silent.
I am an economist, but not like Erdoğan. I studied economics, wrote about it, and have practiced it for over 55 years. I’ve witnessed Turkey’s crises and its moments of reform. I advised governments under IMF restructuring programs and conducted fieldwork in countries experiencing inflation. What I began as a student, I later taught. I observed, I wrote, I warned.
But at some point, I stopped.
The book I published in 2023 was likely the last comprehensive study I wrote on the Turkish economy. As I finished that manuscript, one realization crystallized in my mind: “No serious analysis can be made with these data anymore.” Since then, I haven’t written a single word about the Turkish economy. Because I no longer trust any official data that this government publishes.
Data manipulation became a reflex of the regime—its origins are clear: the era of Berat Albayrak. Albayrak, who occupied the Treasury and Finance Ministry thanks to his "son-in-law quota," began by altering the language of economic bureaucracy—and then turned to the numbers themselves. He sought to convince his father-in-law, the President, that the economy was booming, but it was the people who were truly deceived.
After him came Nureddin Nebati, who—with his shining eyes—brushed aside every question with, “Just trust us.” He became the new mouthpiece for the fabricated narrative. He inherited the “post-data” universe built by Albayrak and continued it seamlessly. He tried to charm the markets with his gaze, but the numbers continued to speak for themselves. And so the Central Bank stepped in, eventually beginning to withhold data: the breakdown of foreign reserves, public sector foreign currency purchases, and the government guarantees on FX-protected deposits (KKM) were all concealed from the public.
At this point, one fundamental truth must be underlined:
If your price data isn’t accurate, then none of your national income statistics are accurate either. GDP, real growth, productivity, and sectoral value-added indicators all directly or indirectly rely on price indices. If CPI and PPI are systematically understated, then showing a shrinking economy as if it’s growing—and falling productivity as if it’s rising—becomes child’s play.
And that is precisely what happened. Turkey’s so-called "real growth" in recent years is a product of artificially suppressed deflators. When inflation is understated, the deflator used to convert nominal GDP into real GDP is too low, thus inflating the final figures. Likewise, labor productivity appears to rise misleadingly because both labor costs and output are calculated using distorted price data.
If you suppress the exchange rate to keep it artificially low, your per capita GDP in USD terms will automatically appear higher. Even if income in local currency remains flat, a lower exchange rate makes it appear as though people are getting richer. This becomes political gold for propagandists. The slogan “Our economy is soaring” is little more than a chart showing a dollar kept low by burning reserves.
Today, economic governance in Turkey has completely severed ties with scientific standards. TÜİK is no longer a statistical institution—it is a propaganda factory. In recent months, there have been faint signs of improvement. TÜİK appears to be less aggressive in suppressing data than before; the Central Bank is making hesitant steps toward technical credibility. But structural problems remain deeply entrenched.
For example, TÜİK still refuses to publish the actual product prices and weightings that go into its inflation calculations. Statistical credibility is not just about the final number—it is about how that number was produced. Data that lacks transparency inspires no trust. And in the absence of trust, even facts become suspect.
So what does it mean to be an economist in such conditions? To build analysis on fictitious data is not merely misleading—it becomes a silent partner in the regime’s grand illusion. I have not been that partner. I will not be.
Economics is not only technical—it is also ethical. And ethically, I cannot accept producing analysis from numbers that are rigged, obscured, or fabricated.
Because without data, there can be no writing.
This is not surrender—it is a protest. And sometimes, silence is the loudest voice.